top of page

mı?

De omnibus dubitandum(*) Her şeyden şüphe edilecektir.

Eski Yunanlılara göre tek gerçek bilgi, kesin bilgidir. Bir inancın bilgi diye adlandırılmayı hak edebilmesi için, nihai sebeplerle gerekçelendirilmesi gerekir.

Yunanlılar bu mutlak kesin ve açık seçik bilgiye episteme dediler ve onu doxanın yani salt kanının karşıtı olarak gördüler.

Onlara göre, bilgi sorunu aslında kesinlik sorunudur.

• Herhangi bir şeyi kesin olarak bilebilir miyiz? • Eğer öyleyse, ne tür şeyleri kesin olarak bilebiliriz? • Ve bunlar hakkında nasıl emin olabiliyoruz? Onlara göre, bilgi sorunu aslında kesinlik sorunudur.

Herhangi bir şeyi kesin olarak bilebilir miyiz? Bilebileceğimizi düşünenler (dogmatikler) ve bilemeyeceğimizi düşünenler (septikler) vardır.

Bazı dogmatikler kesinliği duyuların yargılarında aradılar. Bunlara karşı septikler, “duyular kesin bilgi için ne güvenilir ne de yeterli bir temel olabilir.” itirazını getirdiler. Diğer dogmatikler ise kesinliği salt aklın yargılarında aradılar. Bunlara karşı ise septikler rasyonel apaçıklığın doğruluğun garantisi olmasına itiraz ettiler.

Bilgi kuramı, dogmatik ve septik uç arasında süren büyük bir çekişmedir. Bu çekişmenin ne için olduğunu, sonuçlarının toplumsal hayatı ve örgütlenmeyi nasıl dönüştürdüğünü anlamak amacıyla, mücadele alanını gözden geçirelim.

Bilgi kuramında, bilgi üç farklı türde ele alınıyor:

• Tanıma yoluyla bilgi Şeylerin ya da nesnelerin bilgisi • Nasılın bilgisi Şeyleri nasıl yapacağının bilgisi • Önerme bilgisi Düşünce ifadelerinin ya da önermelerin bilgisi

Dogmatik ve septiğin tartışması, önerme bilgisi genelinde ve doğru olduğu savlanan iddianın gerekçelendirilmesi özelinde gerçekleşiyor. Bu konuyu biraz açarsak, septik şunu söylemektedir:

Öznenin, bir önermenin doğru olduğunu bilmesi için, bu önermenin doğru olduğuna içtenlikle güvenmesi ve inanmasının yanı sıra, bu güven ve inanışı mantıksal olarak gerekçelendirmesi gerekir.

Önerme bilgisi, • gerekçelendirilmiş ( justified ) • doğru ( true ) • inanış ( belief ) şeklinde tanımlanıyor.

Septik, dogmatiğe karşı • her tür önerme bilgisi savını kuşkuyla karşılar • bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeler • aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, •hakikate erişilse dahi hakikatin nesnel gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği konusunda, sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, •kesin bilgiye (certain knowledge) ulaşmanın olanaklı olmadığını savunur.

Bu noktada, “kesin bilgiye (certain knowledge) ulaşmanın olanaklı olmadığını savunur.” ifadesini biraz daha açmakta fayda var. Çünkü bu açıklama, septiği daha iyi tanımamıza olanak sağlayacak. Septik, burada “Bilgi yoktur, hiçbir konuda bilgi edinemeyiz.” mi diyor ?

Septik, bilginin olanaksız olduğunu savlamıyor.

Onun sorunsalı “kesin bilgi” iledir, hiçbir bilginin kesin olduğunun iddia edilemeyeceğini söylüyor. “Kesin bilgi” olarak tanımladığı şey ise, kesinliği özel olarak tanrıya dayandırılan eş deyişle metafizikle gerekçelendirilen bilgidir. Antik Yunan’da iktidar ve erdemin aristokrat sınıfa doğuştan tanrı tarafından verildiği iddiasının topluma dayatıldığını, bunun meşruiyet kazandığını ve toplumsal kabul gördüğünü hatırlayalım.

Septiğin karşı olduğu “certain knowledge”ın kno’su ile “gnosis”in gno’su aynı anlamdadır. Gnosis ise, mutlak ve tanrısal bilgidir.

The Lord gives wisdom (sophia), from his face -mouth- come knowledge (gnosis) and understanding (sunesis)“ Proverbs 2:6 King James bible Tanrı bilgelik verir, bilgi ve anlayış onun suretinden dilinden- gelir (kaynaklanır).

İşte septik, bu kesinlikte ve bu tür bir bilginin var olamayacağını savunuyor. Knowledge ve gnosis paralelliğinin izini incilde de sürmek mümkündür.

Buraya kadar sözü geçen başlıca septikler kim? Bunlar, M.Ö. 482 ve M.Ö. 399 yılları arasında etkinlik gösteren ve felsefi üretimde bulunan sofistlerdir. Başlıcaları Protagoras, Gorgias, Antiphon, Kallikles, Prodikos, Kritias, Simonides, Thyrasymakos dur.

Amaçları nedir? Bu amaç nereden kaynaklanmış? Niçin böyle bir amaçları var?

Bu dönemde aristokrat sınıf güç kaybetmeye başlamıştır. (MÖ.5.yy ) Aynı dönemde, gemi sahibi tüccarlar ise zenginleşmektedir.

İktidarın kutsal ve erdemlerin doğuştan kendilerine verili ve öğretilemez olduğunu, tanrısal bilgi olarak dayatan aristokrat sınıfın tirani değerleri, kitlelerce sorgulanmaktadır. Bu sorgulama, tiranlıktan demokrasiye evrilmenin de tetikleyicisidir.

İkna yeteneği ve hitabet gücü önem kazanır ve sofistler tarafından, semirmekte olan tüccar sınıfına öğretilmeye başlanır. (küçük birer servet sayılabilecek tutarlar karşılığında…)

Antik Yunan aydınlanması olarak adlandırılan bu dönemin iç dinamikleriyle, rönesans döneminin benzerliği dikkat çekicidir. Üretim biçimi ve üretim ilişkilerindeki değişim, düşünme biçimini de her zaman olduğu gibi etkilemekte ve dönüştürmektedir.

Kabaca Protogoras’ın MÖ.481de doğumu ile, Sokrates’in MÖ.399daki ölümü arasında geçen süre, Atina’da doğrudan demokrasinin doğup işlemeye başladığı dönem olması açısından önemlidir. (MÖ.450’de Atina’da oy verme hakkına sahip erkek vatandaşların sayısı 60.000 civarındaydı.)

Bu dönem septiklerinin düşünsel üretimleri,

Aristokrasi= aristo – kratos = en iyinin hükümdarlığı

Demokrasi= dimos – kratos = halkın iktidarı dönüşümünü ve yönetme erkinin kaynağının gökten yere inmesini mümkün kılmıştır.

Mevcut statükoyu dönüştüren bu düşünme yönteminin, Antik Yunan tanrılarını ÖLDÜREMESE bile SAKAT BIRAKMIŞ olması nedeniyle, İLERİCİ sayılması gerektiğini değerlendiriyoruz.

Ancak, aynı demokrasinin eski tanrıları gözden düşürdüğü iddiasıyla, Sokrates’i ölüme mahkum ettiği de gözden kaçırılmamalıdır.

Sofist septiklerinin elinde şüphe, bir araçtı. Takip eden dönemde Pyrrhon ile skeptisizm olarak dizgeleşme yoluna giren şüphe ise artık, bir amaçtır.

MÖ. 360 – MÖ. 270 yılları arasında yaşayan Pyrrhon’un şüpheciliği, genel sav olarak; • Nesnelerin gerçek yasası kavranamaz. • Öyleyse nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınma olmalıdır. • Ancak bu tutumla ruhsal dinginliğe ulaşılabilir. derken, MS. 2. yüzyılda Romalı Agrippa’nın elinde ise şüphecilik, nesnel gerçekliği bilemeyeceğimiz söylemine dönüşerek farklı izlekler takip eder.

Şüpheciliği, aktığı bu farklı izleklerde takip etmek niyetinde değiliz. Biz, doğanın işleyiş şekline dair edindiğimiz ve sonrasında da deneyim, gözlem ve pratikle sınanmış saptamalara, nesnel gerçeğin tutarlılığını taşıyan geçerli bilgiler gözüyle bakıyoruz.

Baktığımız açıdan şüphe, • bir araçtır. • şüpheciliğin tekelinde değildir. • verilenle yetinmeyen, sorgulayan ve bilgi üretmeye çalışan akıl işleyişinin bir ön koşuludur.

S(k)eptik sözcük olarak, Hint-Avrupa dil grubunda, • skep ya da skebh = dayanak, destek Eski Yunanca’da • skeptomai = bir şeye dayanmak • skimpto = desteklemek • skeptesthai = bir dayanak aramak deyimleriyle aynı kökü paylaşıyor.

Terimlerin anlamları, tarih, bireysel yaşantılar ve kullanım şekillerine bağlı olarak değişir. Ancak yine de, terimlerin kökleri, imledikleri kavramların, hangi gereksinimlerle türetildiğine dair açılım sağlar. Eski Yunanlılar bastona da skeptron derlerdi.

Bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişinin bu iddiasını, • mantık çerçevesinde • aklını kullanarak • gerekçelendirme sorumluluğunu da üstlenmiş olduğunu kabul ediyoruz. Böyle bakıldığında şüphe etmek, çağdan bağımsız olarak, insani ve ilerici gözüküyor.

Günümüzden baktığımızda ilginç olan, şüphenin, “bilim” olmadan da “bilimsel yöntem” tamlaması ile kastettiğimiz nitelikte ve tutarlılıktaki bulgulara referans olması. Belki de şu bile söylenebilir: Bilimleri doğuran şüphedir. Çünkü şüphe ne, neden ve nasıl sorularına cevap vermeye zorlar aklı.

Şüpheyi, • sorgulamak • verili olanla yetinmemek • gerçekleri aramak eylemlerinin, tetikleyicisi ve devindireni olarak değerlendiriyoruz. Öncesinde şüphe etmeden, sorgulamak mümkün görülmüyor.

Yazının başında,alıntıladığımız cümle ile kuşkuyu serpmeyi öneriyoruz; her şeyi koşulsuzca kuşku ile bulandırmayı değil.

Bu ifade ile Descartes’in metodolojik şüphesini kastediyoruz ancak onun felsefesini olumlamak amacında değiliz.

Hançerlioğlu, Descartes’in metodolojik şüphesini, kesin bilgiyi buluncaya kadar tüm bilgileri gözden geçirme anlamında bir yöntem olarak şüpheciliği kullanma tarzı olarak aktarıyor.

Kesin bilgi sözü kafa karıştırıcı; görünüşe göre doğruluğundan şüphe edilemeyecek bilgi kastedilmiş. Bu tür bir bilgiyi bize verili mi kabul ediyoruz, var olduğundan şüphelenerek arıyor muyuz yoksa içini kendimiz mi dolduracağız?

Bertrand Russel’dan alıntılarsak “Ölçme, kesin bilginin temelidir.” Bu noktada da, bu önermeyi kabul etsek bile ölçü aygıtının ve yönteminin kesinliğinden şüphe edilecektir. Ölçmeyi ne için yapıyoruz? Dış ortamın sıcaklığını kesin olarak bilemeyeceğimiz doğrudur. Eğer amacımız, dış ortamın sıcaklığını kesin olarak ölçmek değil de havanın sıcaklığına göre yaşantımızda bir önlem almaksa, belli bir yaklaşıklıkla hareket edebiliriz. Havanın belirli bir değer aralığında olduğunu belirlemek bizim için yeterlidir.

Nesnel gerçeklik, duyu ve algı süzgecinden geçip zihnimizde bir gerçeklik imgesi, bir resim oluşturur. Bu resim tutarlıdır ama nesnel gerçekliğe özdeş değildir. Çünkü duyum, insanların kişisel nitelikleri ve duyum organlarının gelişme durumuna bağımlı olarak algılanan nesneye ait düşünsel imgenin kimliğini etkiler.

İçinde bulunulan şartlar ve imkanlar dahilinde insan, varlığını sürdürmek için eylemlerde bulunur. Zihnindeki resme göre hareket etmekten başka yolu yoktur. Varlığını sürdürmek için aldığı her önlem, yaptığı her eylem, amacına hizmet ederken aynı zamanda zihnindeki gerçeklik imgesini de revize eder.

Eski ölçümünün hatalı olduğunu gördüğünde, ölçme yöntem ve aygıtını iyileştirmek imkanı bulur. Daha iyi bir ölçüm sonucunda, nesnel gerçekliğin zihindeki imgesi, hala bulanık kalmakla beraber artık eskiye oranla daha nettir, çünkü diyalektik bir sıçrama olmuştur. Nesnel gerçeğe ulaşma söz konusu değildir, sadece bir adım daha yaklaşılmıştır, bu sarmal olarak devam eden sonsuz bir süreçtir.

Tekrar Descartes’in metodolojik şüphesini anlama çabasına dönelim. Descartes’ın kesin bilgi nitelemesi ile kastettiği şeyin saltık gerçek olmadığını düşünüyoruz. O bu ifade ile doğruluğundan şüphe ettiğimizde mantık hatasına düşeceğimiz türden bir bilgiden söz ediyor.

Bizim önerimiz şu: Kesin bilgiyi, Descartes’ın tanımladığı gibi, doğruluğundan şüphe ettiğimizde mantık hatasına düşeceğimiz bir bilgi olarak alalım. Fakat Descartes gibi sadece zihnin içinde kalmayalım, önermenin doğruluğunu dış dünya ile örtüşüp örtüşmeme kriteri ile belirleyelim. Bu tür bir doğruluk kriteri, Romalı septikler tarafından yine o dönemin dogmatik iddialarına karşı da uygulanmış.

Fakat bu yaklaşımlar, konuya diyalektik olarak bakmamıştı. Biz ise, nesnel gerçekliği ancak, gözlem ve canlı algılamadan gelen duyumlarımızı soyut düşünceye ve oradan da pratiğe vurarak anlayabileceğimizi göz önünde bulunduruyoruz.

Bu öneriyi yaparken gözettiğimiz iki ilke var;

Doğrudan ya da dolaylı olarak olgulara ilişkin olmayan hiçbir sav, varsayım veya teori bilimsel olma niteliğini kazanamaz, olguların doğrulamadığı hiçbir önerme kabul edilemez. Öte yandan olgular kendi başlarına bir şey ifade etmez, ancak bir hipotez veya teorinin ışığında bilimsel incelemeye veri niteliğini kazanırlar.

Bu şekilde bakıldığında kesin bilgiye ulaşma çabası, nesnel gerçekliğe ulaşma çabası haline gelir ve Descartes’ın vardığı sonuçtan farklı olarak, bir son değil, sürekli yenilenen bir amaç olur. Aynı zamanda, nesnel gerçekliğe ulaşma çabasının, insanlaşma sürecine yaptığı katkı ile, insana varoluşunu sürdürmek için avantaj sağladığını görürüz.

Bu noktada Hançerlioğlu’nun,

“Bir yöntem olarak, bilimsel şüphe kesin gerçekliği elde edinceye kadar bilimsel çalışmayı sürdürmek için gereklidir; yoksa onu yadsımak ya da bilinemez saymak için değil.” sözüne varmış oluyoruz.

Şüphe her ne kadar sadece bilgi alanına aitmiş gibi görünse de aynı zamanda, yöntemli sorgulama anlamında nesnel gerçekliğe yaklaşmanın da anahtarıdır. Artık epistemolojinin alanından ontolojinin alanına geçiş söz konusudur. Yani konu varoluşsal bir boyut kazanmıştır. Nesnel gerçekliği anlamak, doğruyu yanlıştan ayırabilmekle mümkün olabilir.

Doğruluk kriteri gerçek ışığı ile incelemek ve arınmış bir bilinçle çalışmak… Şimdiye kadar Gerçek Işığını Descartes’ın metodolojik şüphesini incelemek için kullanmaya gayret ettik. Arınmış bir bilinçle çalıştığımızı söyleyebilir miyiz? Bu ancak bireysel evrimimiz doğrultusunda, önce kendimizi iyi tanımaya çalışmakla olur.

İşe, şüpheyi kendi üzerimize çevirmekle başlamak durumundayız.

Bunu da ancak kendimizi mı? eleğine koyduğumuzda, olumladıklarımız ve değillediklerimizle elle tutulur hale getirebiliriz.

Düşünce, sosyal çevreye ve koşullara uyar. Basitçe olumlayarak geçtiğimiz, bu bilgece sorunun cevabı o kadar aşikar değildir. Çünkü, “gerçekten siz misiniz?” sorusunu, toplumdan aldığımız imkanlar ve müsaadeler ölçüsünde algılayıp, yanıtlıyoruz. Eğitim yanlışlıkları, toplumsal koşullanmalar, boş inançlar ve ideolojik hegemonya ile panoptikona hapsedilmiş bir varoluşun belli belirsiz bir algısıdır bu.

Bir durumun belirsizliği, araştırmaya yol açan ön koşuldur. Bu belirsizlik şüphemizin kaynağı olmakla birlikte, araştırmanın başlaması için yeterli değildir. Durumun sorunsal olmasına da ihtiyaç vardır ve ancak araştırmaya konu edilme sürecinde sorunsal nitelik kazanır.

KAYNAKÇA:

AUZEF DERS MATERYALİ

Cengiz ÇAKMAK

SAĞDUYU, BİLİM VE ŞÜPHECİLİK

Alan MUSGRAVE

BİLİM FELSEFESİ

Cemal YILDIRIM

FELSEFE TARİHİ

Macit GÖKBERK

FELSEFE EL KİTABI

Selahattin HİLAV

DÜŞÜNCE TARİHİ

Orhan HANÇERLİOĞLU

FELSEFE SÖZLÜĞÜ

Orhan HANÇERLİOĞLU


Featured Review
Tag Cloud
Henüz etiket yok.
Kategoriler
bottom of page