top of page

Efendi-Köle Güç-İktidar kavram çiftleri üzerine Dört görüş


Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde köle;

[endif]

• baltayı üreten,

• ürettiği bu aleti kullanan ve

• bu kullanımı yoluyla doğayı dönüştüren

bir figür olarak açıklanıyor.

Efendi-köle kavram çiftini Hegel bağlamında irdelediğimizde;

• Bunların birbirlerini hak ettiğini, [endif]

• Güçlerin denk olmadığı bir ilişki sonucunda var olduklarını, [endif]

• Biri olmadan, diğerinin varoluşunun mümkün olmadığını, [endif]

• Efendinin köle ve kölenin de efendi tarafından tanınması ve kabullenilmesi isteğini, görürüz.

Yani, iki taraf da; kendisinin diğeri tarafından istenen değer olmasını talep etmektedir. Kısaca, tanınmayı istemektedir.

Hegel’e göre bu istek, söz konusu farklı iki bilincin savaşımını kaçınılmaz hale getirir.

İki bilinç arasındaki savaş sonuçlanır ve taraflar belirlenir.

Kölenin zihnindeki efendi, önemli bir nesnenin boşluğunu dolduran bir temsilcidir.

Köle kavramının ise efendinin zihninde bir temsilcisi yoktur.

O, efendinin gözünde instrumentum vocaledir; konuşan alet! Ve efendilerin onaylayan müşterek bakışı ile karşılaşmaz.

Çünkü kimse köle olmak ve öyle tanınmak istemez.

Bu nedenle köle, toplumsal kimliğinin onaylanması açısından sıkıntı yaşar.

Kölenin elinde, doğada olmayanı üretip var ederek, doğanın efendisi haline gelmekten başka seçenek yoktur.

Hegel'e göre bu nokta, kölenin emeği üzerinden ulaşabileceği en üst bilinç noktasıdır.

Köle figürü, üretimi gerçekleştirirken yalnızca doğa üzerinde etkide bulunmakla kalmaz.

Üretim ilişkileri dolayımıyla,

• hem kendisi

• hem diğer köleler

• hem doğa

• hem de efendi

üzerinde etkili olur.

Çünkü üretim, ancak emeklerini birbirleriyle birleştirmek yoluyla gerçekleştirilebilir.

Hegel’e göre özgürlük,

-yani insanın kendini bilip tanıması ve kendini bilip tanıyan muadilleri[denkleri]tarafından bilinip tanınmak-

efendinin kazanımı olamayacaktır.

Çünkü,

• Efendi, kendi çalışması sayesinde değil, kölenin çalışması sayesinde doğa karşısında özgürdür.

• Sahip olduğu çalışmama konforu nedeniyle varlığını aşmaya yönelik herhangi bir motivasyondan yoksundur.

• Bu nedenle de kendisiyle ilgili eksik bir bilince sahip olmakla yazgılıdır.

Özgürlük,

• Başlangıçta ölüm korkusu ile efendiye, doğaya ve kendi doğasına boyun eğen,

[endif]

• İnsani özgürlüğün ve özerkliğin değerini efendide bilip tanıyan,

[endif]

• Fakat çalışması üzerinden, doğanın ve kendisini köle eden kendi doğasının efendisi haline gelen,

[endif]

• Yani efendiliğini, kaba güçle değil, emeği dolayımıyla kazanan

kölenin başarımı olacaktır.

Hegel'e göre,

"kendini kabul ettirme" isteği, bilinçler arası ilişkinin bu aşamasında, savaştan başka bir şey olamaz. Köle - Efendi diyalektiği, işte bu savaşın ve sonuçlarının diyalektiğidir.

Efendi-köle diyalektiğinin Marx’taki yansımalarını irdelemeye geçmeden önce

insanlar arasındaki eşitsizliğin kökenlerini incelemek ve buna neden olan etmenleri anlamak pratik fayda sağlayabilir.

Rousseau’nun belirlemesi, doğrudan özel mülkiyete atıfta bulunuyor.

Ama, asıl vurgu yapılan şeyin,

Efendi kavramında içselleşen “çiti çevirme gücü”

“bu güce karşı koy(a)mayan edilgin zihniyet “ -yani köle zihin yapısı- olduğunu düşünüyorum.

Ezen ve ezilen kavram çiftini, efendi-köle diyalektiği ile karşılaştırdığımızda;

• Bunların birbirlerini hak ettiğini

• Güçlerin denk olmadığı bir ilişki sonucunda var olduklarını

• Biri olmadan, diğerinin varoluşunun mümkün olmadığını görürüz.

Efendi-köle ilişkisi üzerine kurulu bir düzen içinde hiç kimse özgür olamaz. Ancak, özgür oldukları yanılsamasını yaşar.

Bu nedenle, kölenin sınıf atlama çabası, trajikomik bir çabadır. Aslolan sınıfların ortadan kaldırılmasıdır.

Özgürlüğü bir alma veya verme konusuna indirgediğimizde, ona bir değişim değeri atfetmiş oluruz.

Metalaştırırız.

Ama, özgürlük değersizdir, ona bir değer veya paha biçilemez.

Özgürlüğü verilebilir/alınabilir bir nesne gibi gördüğümüzde,

• onu veren aşkın/egemen bir gücü, efendiyi

• ve onu alan bir acizi, köleyi var etmiş ve olumlamış oluyoruz.

Bir irade tarafından verilebilen bir şey, yine tamamen onun iradesine bağlı olarak geri de alınabilir.

Bu çerçeve, insanı çaresiz, edilgin, sınırlı ve sakat bırakır.

Efendisine gönül ve sevgi bağıyla bağlı kölenin “sınıf”ında ve “statü”sünde gerçek bir farklılık yoktur.

Duyuş, düşünüş ve davranış olarak, “kendi” halinden memnundur.

Bu memnuniyet, onun sınıfını, köle olduğu gerçeğini değiştirmez. Sadece, kölenin yaşamını bir ölçüde kolaylaştırır.

Köle,

Efendi tarafından verilen bu kolaylık ile,

Gerçekten “hakkı olan” yerine, efendisi tarafından “bahşedilen imtiyaz”ı kabullendiğinde, lümpenleşir ve aslında “başka bir dünyanın mümkün olmadığını” da kabullenmiş olur.

Rousseau ve Kant’ın aydınlanma çizgisindeki Hegel ve Marx, modernitenin problemlerine, yine modernite içinde kalarak çözümler arayan bir düşünme sistemi içindedir.

Bu geleneğin içinde yer almayan Nietzsche ise,

• Mekanik doğa anlayışı

• Hümanizm

• Akılcılık ve aklın merkeze alınması

• Bir çizgi üzerinde ilerleyen tarih anlayışı

• Evrenselci, tümel yaklaşım

[endif]

gibi modernitenin temel argümanlarına eleştiri getiriyor ve modernite dışına çıkarak çözüm üretmeye çalışıyor.

Bu anlamda Foucault, Deluze ve Rorty gibi 20.YY postmodern düşünürlerin arka planında Nietzsche izlerini görebiliyoruz.

Hegel’de, öteki tarafından kabul edilme ve özbilinç,

Marx’ta, burjuvazi ve proleterya arasındaki sınıfsal çatışma ekseninde ele alınan efendi-köle kavram çifti;

Nietzsche’de ise, özelde kişi, genel anlamda insan, değer ve değer yargıları üzerinden ortaya konulur.

Değer ve değer yargıları söz konusu olduğu için, efendi-köle ikiliği, Nietzsche’de bir ahlâk sorunsalına dönüşür.

Marx ve Hegel, efendi ve köle ilişkisindeki güç kavramını, politik ve sosyolojik anlamda ele alır.

Ancak Nietzsche ,

Efendiyi, bir topluluktaki yönetici veya ayrıcalıklı kesim ile, köleyi de bu kesimin hakimiyeti altında bulunan insanlarla özdeşleştirmiyor. Nietzsche, köle ve efendi terimlerini, politik ve sosyolojik içerikle sınırlamaz, etik ve psikolojik açıdan ele alır.

Efendi ve köle ahlâkının aynı kişinin, aynı ruhun içinde bile bulunabileceğini belirtir.

Yukarıdaki söylemi biraz açarsak, örneğin;

Çalıştığı fabrikadaki patronunu efendi olarak gören köle konumundaki işçi, vardiyasını bitirip evine geldiğinde; kendisi efendi konumuna geçip fabrikadakine benzer sömürüyü, eşine köle gibi davranarak sürdürme eğilimi taşıyabilir.

Dolayısıyla, efendi-köle ilişkisini sadece sınıfsal bağlamda, sosyolojik olarak tanımlamak, bu kavram çiftini burjuva-proleter ilişkisine indirgemek, eksik bir çözümlemeye neden olur.

Nietzsche ahlâk ekseninde;

Efendi terimini, Soylu (noble) terimi ile karşılar, ilişkiyi de soylu - köle ahlâkı olarak tanımlar.

Efendi-köle kavram çiftinin ahlak ekseninde tanımlanmasının ve Nietzsche’nin kullandığı bazı terimlerin, onun yaşadığı dönemin sosyokültürel ve ekonomik karakteriyle ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Bu nedenle, söz konusu döneme kısaca değinmekte fayda var kanısındayım.

Modernite argümanlarının oluştuğu rönesans ve devamı olan dönemde;

*Burjuva, kendi kültür devrimini yapmış,

*Monarkı tarih sahnesinden silmiş,

*Ruhbanı kilisenin sınırları içine yollamış,

*Kendi akıl mabedini kurmuştur.

Ancak;

*Modernite ve rönesans verdiği sözleri tutmamış

*Dönemin sanatı yetkin ancak insanı o kadar yetkin değil.

*Ortak düşmana karşı, burjuvanın yanında savaşan, birlikte kan döken işçi ve köylü sınıf Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik Vaadinden ortak pay alamamış.

Nietzsche, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi en yüksek değerlerin, önemini yitirmesi ile oluşan yozlaşma durumu için, dekadans terimini kullanıyor.

Bu çöküş ve yozlaşmanın sonucu ise, dönemin insanında bir boşluk ve hiçlik duygusudur.

Gözünde en yüksek değerlerin, değerden düştüğü insan, nihilist insan olarak tanımlanıyor.

Ancak nihilizm önemli bir potansiyeli de içerir.

Bu potansiyel, hiçlik ve boşluk ile karşılaşan insana, yeni bir şey yaratabilmenin olanağını sağlar.

Hiçlik, yeniden var olabilmek için bir yaratım sürecini de içinde taşır.

Kendi değerlerini yeniden yaratan insana, üstinsan adını veriyor.

Efendi-köle ahlâkı ekseninde efendi, üstinsan terimine karşılık gelmektedir.

Kölenin eylemi, aslında bir tepkiden ibarettir.

Köle ahlâkını tepkisellikle sınırlayan şey, özünde bir hınç duygusu olmasıdır.

Bu hınç (ressentiment) duygusu, sadece olumsuz bir tutku olarak ele alınmıyor. İnsanın, olanaksızlık ve çaresizlik karşısında öfke ile verdiği psikolojik bir tepkiye işaret ediyor.

Her soylu ahlâk, zafer kazanmış bir biçimde, kendine evet demekle gelişir.

Köle ahlâkı ise dışarıda olana, farklı olana, kısaca kendi olmayana hayır der.

Bu hayır deyiş, kölenin yaratıcı eylemidir. Köle ahlâkı, var olmak için, hep karşı koyan dış dünyaya gereksinim duyar.

Soylu -efendi- için ise, tersi söz konusudur. Soylu, eyleme kendiliğinden geçer ve karşıtını, kendine daha coşkulu bir evet demek için arar.

Alçak, sıradan, kötü gibi olumsuz kavramlar, olsa olsa,

biz soylular, biz iyi, biz güzel ve biz mutlular gibi yaşam ve tutkuyla dolu olumlu kavramların, soluk bir karşı görüntüsüdür.

[Bu bağlamda Nietzsche için aristokrat düşünür tanımlaması yapılabilir.]

Kaygıyı yaratan, korkunç ve anlaşılmaz olanı anlama çabasıdır.

Ancak asıl kaygı verici olan, anlama çabasının yöntemindeki ikircikli durumdur:

Anlayış ve eylemimizi formlar, normlar, akıl ve tümeller mi sağlayacak?

yoksa;

Kalıpları, formları, normları parçalayarak, verili ve sunulu olandan sıyrılarak, yani belletilen ve dayatılan “iyinin ve kötünün” ötesine geçerek mi devam edeceğiz?

Apollon ve Dionysos adlı tanrılara atıfla Nietzsche, birinci durumu Apollonik, ikinci durumu Dionizik eyleme şekli olarak niteler.

Apollonik olan normlaştırır. Normlaştırdığı için, aynı zamanda ahlâkileştirme de yapar. Çerçeveler.

Dionizik olan ise yerleşik normları yıkıp, parçalayıp yeniden değerlendirmeyi yeğler.

Ahlâk, Nietzsche’de olumlanmaz. Kendi değerini kendisi oluşturabilen insan, kendi ahlâkını da kendi oluşturur.

Bu nedenle evrensel bir ahlâk anlayışı olamaz. Efendi, ahlâkdışıdır.

Nietzsche, “Mesele hangi sınıftan olduğunuzdan ziyade, nasıl bir insan olduğunuzla alakalıdır.” diyor.

Başkalarını sürekli aşağı mı çekiyorsunuz?

Size sunulmuş kalıplarla yaşayıp, size sunulmuş yargılarla mı hayata bakıyorsunuz?

Ya da, kendi kalıplarınızı akla uygun hale getirerek mi devam ediyorsunuz?

Yoksa, yeni bir şey yaratmaya mı çalışıyorsunuz?

Soru budur...

İktidar denildiğinde genellikle siyasal yapı, hükümet, egemen toplumsal sınıf, kölenin karşısındaki efendi vb. şeyler anlaşılır.

Bu anlamlardan sakınmak için Foucault, iktidar sözcüğünden daha çok iktidar ilişkileri terimini kullanır.

İktidar ilişkileri terimiyle, bir kişinin başkasının davranışlarını yönlendirmeye çalıştığı ilişkiyi belirtir.

İktidarı tanımlayan şey, başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan bir eylem kipi olmasıdır.

Geleneksel iktidar,

• Bir hükümranlık, yasa, yasaklama ve itaat sistemi içerir, [endif]

• Sınırlayıcıdır. [endif]

• Hükümran, insanların yaşam hakkı üzerinde söz sahibidir. [endif]

• Monarkın şahsında, iktidar somutlaşır ve merkezileşir.

Bu iktidar, normalleştirmenin gerektirdiği disiplin ve uysallığın insanlar tarafından benimsenmesine ve gönüllü olarak uygulanmasına bağlı bulunmaktadır.

İktidarın uysallaştırma ve verimli hale getirme yöntemi ise şiddet ve bedensel zorlamaya değil, insanlara belli öznellik biçimleri verilmesine dayanmaktadır.

İktidar, rıza temelli güç devşirir.

İktidar, özne üzerinde disiplin uygulayarak, birey imal eder.

Buradaki amaç, bedeni daha yararlı hale getirmek ve daha itaatkar kılmaktır.

Böylece davranışlar, sebeplerinden bağımsız hale getirilmekte ve insanların iradeleri devre dışı bırakılmaktadır.

Bireylerin bedenlerini disipline eden iktidar, bir sonraki aşamada, disiplin aracılığıyla davranışları, tüm yaşam tarzlarını sıkı bir denetim altına alır.

Foucault’nun analizinde güç iki kategoriye ayrılır: Sovereign power ve Biopower.

Foucault sovereign power’i 18. ve 19. yüzyıllarda yerini yavaşça biopower’a bırakan, bekasını yasalarla sağlamaya çalışan egemen güç olarak tanımlar.

Yerini yavaşça biopower’a bırakması tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez ama birlikte çalışmaya başladıklarının ve sovereign power’in eskisi kadar görünür olmadığı anlamına gelir.

Zindandan hapishaneye, dar ağacından rehabilitasyona geçiştir bu.

Biopower; Yunanca bir sözcük olan bios kökünden gelir.

Foucault bu terimi, insan yaşamı üzerine/organik yaşam üzerine uygulanan güç ve kurulan egemenlik anlamında kullanıyor ve biopower’i da iki kategoriye ayırıyor:

Biopolitics ve Disciplinary power.

İlki kitlesel, diğeri bireysel bağlamda uygulanan güç ve kurulan egemenlik.

Biopolitics, egemen gücün insan yaşamını kitlesel düzeyde kontrol etmesi ve düzenlemesi anlamına gelir.

Foucault’ya göre egemen gücün rolü;

Sağlamak

Garantiye almak

Sürdürmek

Çoğaltmak bağlamında şekilleniyor.

Foucault egemen gücü sadece olumsuz anlamda değerlendirmez. Kendi tanımında da dediği yaşamı devam ettirme, yeşertme amacını taşıdığını belirtir.

Ancak egemen gücün bunu bilgiyle, stratejik mekanizmalar üreterek yaparken, düzenleme ve kontrol etme amacı güttüğü saptamasını yapar.

Biopolitics terimine örnek olarak

devletin doğum oranlarını yükseltmeye çalışması,

sigara içilen alanları sınırlaması,

alkol ve uyuşturucu tüketimini azaltmaya çalışması düşünülebilir.

Bir örnek olarak; Türkiye’deki MERNIS sağlık sistemi düşünülebilir.

Kayıtlı her vatandaşın (kitlesel olarak) tüm sağlık bilgileri orada toplanır. Böylece devlet herkesin sağlık verilerine ulaşarak ne tür mekanizmalar kullanması gerektiğine karar verir.

Disciplinary power ise bireysel seviyede uygulanır. Bireylerin davranışlarının topluma ve toplum sağlığına uygun şekilde düzenlenmesine odaklanır.

Disciplinary power’i çok geniş kapsamlarda düşünebiliriz.

İnsanların çalıştığı binaların mimarisi,

okulda sınıflardaki sıra düzeni,

Çalışma saatleri,

ne zaman ne yapılacağının düzenlenmesi,

bireylerin nasıl oturması, nasıl giyinmesi ya da nasıl ayakta durması gerektiğini söyleyen otoritelere kadar geniş bir spektrumdaki etkisini analiz edebiliriz.

Egemen güç bunları gözetleme sistemlerinin yardımıyla yapar. Biopolitics terimi için verilen MERNIS sağlık sistemi örneğinde hem disciplinary power hem de biopolitics’in işbirliğini görebiliriz.

Devlet kitlesel anlamda öznelerinin sağlık bilgilerine sahip olur ve bekası için gerekli önlemleri alabilir.

Ancak aynı sistem aracılığıyla, hamilelik testi yaptıran kadınların eş ya da babalarına sistemden mesaj göndererek, bireysel yaşamlarını da disipline edebilir.

Soverein power teriminde ise, bireysel veya kitlesel anlamda bir ayrım mevcut değildir. Sovereign power teriminde dayatılan bir seçim sözkonusudur. “Ya uyarsın ya da somut olarak cezalandırılırsın!”

[Biopower teriminde görüldüğü gibi, farklı seviyelerde yönetmekle ilgilenmiyor.]

Özetlemek gerekirse;

Foucault’ya göre iktidar;

* Disipline edici güç [Disciplinary power] ile,

[endif]

öznenin olgu ve olaylara ilişkin temel bakış açısını (paradigma), dünya görüşünü biçimlendirir. Norma sokar.

*Baskı altına alan güç [Sovereign power= repressive power] ile,

normlara uygun davranmayan öznenin, serbestliğini kısıtlar ve bunu meşru hale getirir.

Disipline edici güçle düşünsel tutsaklık, baskı altına alan güçle nesnel tutsaklık sağlanır.

“Düşünsel tutsaklık” kavramı Foucault’da

• İktidar tarafından belletilip dayatılan normları sorgulamadan içselleştiren özneyi,

• İktidarın el koyduğu bir bilinçle donatılmış özneyi,

• Kendini şekillendiren iktidar ilişkilerinin nesnesi olan özneyi;

Kısaca, [docile body] kavramını, yani;

İktidar tarafından disipline edilmiş, uysallaştırılmış özneyi

işaret eder.

“Nesnel tutsaklık” kavramı ise özne, dayatılan normlara uygun davranmadığında; “serbestliğinin” geçici veya kalıcı şekilde, fiziksel olarak kısıtlanması halini tanımlar.

Normlar öğretmenlerin, doktorların, yargıçların, polislerin, yöneticilerin ellerinde yeniden üretilmekte ve meşrulaştırılmaktadır.

Bu noktada herkes için yaşama kuralı, normallik olmaktadır. Bu bağlamda, düşünsel tutsaklığa en fazla maruz kalanlar, normları uygulayan yöneticilerdir.

Norm, bireyleri bölümlere ayırmanın ölçütü halini alır.

“Toplum, bir norm toplumu olduğunda, normalin ve patolojik olanın en üst bilimi olan tıp, bilimlerin kraliçesi olur.”

Varoluşunu sürdürme ve hayatta kalma çabasında olan kimse (kişi değil),

farkında olmadan bilgisizce

veya

farkında olarak riyakarca,

ama her halükarda varoluşunu sürdürme endişesiyle

bu yönlendirme ve dayatmaya rıza gösterir.

Düşünsel tutsaklığa razı olmak, nesnel tutsaklıktan, (kapatılmaktan) kaçınmanın bir yoludur aynı zamanda.

Basitçe olumlayarak geçilen bu sorunun yanıtı çok açıktır. Başka kim olabilir ki?

Çünkü, soruyu iktidar ilişkilerinden aldığı imkanlar ve müsaadeler ölçüsünde ve -arınmış değil- disipline edilmiş bir bilinçle algılamıştır.

Eğitim yanlışlıkları, toplumsal koşullanmalar, boş inançlar ve ideolojik hegemonya ile panoptikona hapsedilmiş bir varoluşun belli belirsiz bir algısıdır bu.

Herkes kendi kendinden, kendi aklından emin ve razıdır.

İmal edilmiş rıza, nüfusa, katman katman içselleşir,

1785’te Bentham kardeşler tarafından tasarlanan bir hapishane olan panoptikon, nesnel tutsaklığın yaşatıldığı somut bir hacimdir.

Panoptikon’da esas olan sürekli gözetlenebilirlik ilkesidir.

Bu yapı, ortada gardiyanın yer aldığı bir gözetleme kulesinin çevresinde diyagonal şekilde yerleştirilmiş hücrelerin olduğu bir hapishane modelidir.

Bina, gardiyanın mahkûmlar tarafından görülmeden onları gözetleyebileceği bir tarzda inşa edilmiştir.

Panoptikon tasarımı iktidara, sadece hapishane bağlamında değil, akıl hastahanesi, kışla, okul gibi, toplum genelinde düşünsel tutsaklık sağlamaya yönelik disipline edici gücün yöntem ilhamını da verdi.

Her an gözetlendiklerini düşünen insanlar kendi kendini denetleyen öznelere dönüşür ve iktidarın uygun gördüğü bir normallik çerçevesinde kalmaya çalışırlar.

Küçük hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun olarak, yazı yazmayı öğrenen bir çocuk, çalışan bir işçi, ıslah edilen bir mahkum, deliliği yaşayan bir akıl hastası vardır.

Panoptikon iktidarı otomatikleştirir ve bireysellikten çıkarır.

İktidarı kimin icra ettiğinin pek bir önemi kalmaz. Burada gerçek bir tabi olma durumu, hayali bir ilişkiden mekanik olarak doğmaktadır.

Mahkumu iyi davranmaya, deliyi sakin olmaya, işçiyi çalışmaya, okul çocuğunu özenli olmaya, hastayı tedaviye uymaya zorlamak için, artık kaba güç kullanmaya gerek yoktur.

İktidar, dış baskı olmak yerine, içsel bir kontrol mekanizmasına dönüşür, bilgiyi üreterek, normal ile anormal olanı belirleyerek egemenliğini kurar. Gözetleyerek, iktidarını sürekli kılar.

Panoptikon aslında, bir toplum ve iktidar türünün ütopyasıdır.

Temelde normal-anormal karşıtlığına dayanan, deli-akıllı, sağlıklı-patolojik gibi ikililikler çerçevesinde kurulan özne, bir sınıflandırmaya tabidir.

Bununla, bir yandan normal olanı normal olmayandan ayırırken; diğer taraftan anormal olan üzerinde uygulanan kapatma iktidarının (nesnel olarak tutsak edilmenin) normal görünmesi meşrulaştırılır.

“Modern denetim,

disiplinlerin ve alışkanlığın sorgulanmaksızın kabul edilen dünyası içinde cereyan eden özdenetime dayanır.”

Özgürlük yanılsaması;

kendimizle kurduğumuz ilişkinin,

• güncel bilgi ve iktidar sistemleri aracılığıyla kurulduğunun,

• belletilen ve dayatılan normları da içselleştirdiğimizin

farkında bile olmama/olamama durumudur.

“İktidar her yerdedir.

Her şeyi kapladığı için değil,

Her yerden geldiği için

Her yerdedir.”

İktidar dolaşımdaki bir ağ olarak işlediği için bireyler,

kimi zaman onu uygulamak,

kimi zaman da onun uygulanmasına katlanmak

zorundadır.

Foucault; İktidarın özne ile olan ilişkilerine eleştirilerini getirdikten sonra,

“Toplum içinde yaşamak, başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunmayı gerektirir. iktidar ilişkilerinin olmadığı bir toplum olamaz.” saptamasını yapar

Modern toplumda, iktidar ilişkilerinin bir nesnesi durumunda olduğumuzun farkına varmamız gerekiyor.

“İktidar her yerdedir.

Hapishanede, tımarhanede, hastanede, okulda, bilgide, bilimde ve iş yerindedir iktidar.

İktidar; kodlamada, kapatılmada, yasaklamada, baskıda, gözetlemede, denetlemede ve yönetmededir.

Okulda okuduğumuz kitapta, evde karşılaştığımız baskıda, gönderildiğimiz odamızda, kilitlendiğimiz tuvalette, sokakta gördüğümüz şiddette, yediğimiz tokatta, tekmede, coptadır.

Hastanede yediğimiz sakinleştirici iğnededir, klinikte bilinçaltımıza ulaşmaya çalışılan sözcüklerdedir iktidar.

Politikacıların nutukları, anne ve babanın tavsiyeleri, öğretmenin cetveli ve komutanın sana verdiği tüfektedir iktidar.

Aynı giydiğimiz üniformada, takım elbisede, tulumdadır.

İş yerinde kadın yöneticinin yere vuran uzun topuğunda, askerde rütbelinin botlarının parlaklığındadır.

İktidar yönetmekte ve yönetilmektedir.

Sağlıklının tanımında, hastalığın tanısında, telkin ve iknadadır.

İktidar yalnızca baskı uygulamaktan, bastırmaktan, engel çıkarmaktan, cezalandırmaktan ibaret olmadığını; arzuyu yaratarak, zevki kışkırtarak, bilgiyi üreterek; bundan daha derine nüfuz ettiğini de göstermektedir.

İktidar bedeni çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer.”

Foucault’nun amacı,

belli bir iktidar kurumunu eleştirmek, burjuva, elit veya sıra dışı bir sınıfa saldırmak değildir.

Uygulanan iktidar biçimini ve örülen çiti açığa çıkarmaktır.

Öznenin,

• kendisine belletilen ve dayatılan hakikatin,

• çizilen sınır çizgisinin,

• farkında olmasını sağlamaktır.

Sorgulanması, açığa çıkarılması ve aşılması, gereken, referans noktası olacak şey çittir.

Biz, olan ile olması gereken arasındaki ayrımı çoğu zaman biliyorduk…

Ancak bu mücadeleyi gerçekleştirebilmek için çok eksik vardı.

İçtenlikle çekilen yaşamsal bir acıydı belki eksiğimiz,

Ağır bedelini ödemeye yürek yetmemesiydi.

Belki de var olan köprüyü göremeyen gözlerimizdi…

Mahalle baskıları,

“Elalem ne der?”ler

dayatılan normlar

çitler ve çerçeveler,

boş inançlar ve tutkulardı,

Ve öğrenilmiş çaresizliğimizdi

belki de göz bağımız…

Ancak görünen odur ki;

maddi ve nesnel koşullar oluşmadan, ne kendi içimizde ne de içinde yaşadığımız toplumda bir değişim ve dönüşüm olanaklı değil.

Ne zaman ki;

koşullar oluşur,

sunulan özgürlük yetmez olur,

mevcut durum acıtır, can yakar…

O zaman görmeye başlar, görmeyen gözlerimiz.

Sezgi, nesnele

Soyut, somuta

Olan, olması gerekene

Sunulan serbestlik, yaratılan özgürlüğe

işte o zaman evrilir.

Başlangıçta olmadığı kişi olmak…

Kendini aşmak…

• Yaşamda güç ve iktidar sağlayan her şeyden, “kendi isteğiyle” sıyrılmayı,

• Bu vazgeçişte, içtenlikle direnmeyi,

• Tutkularımızla, hırslarımızla savaşmayı

• Kendimiz için istediklerimizi, başkaları için de istemeyi ve yapmayı seçersek;

Özgürleşme sürecindeki edimlerin ne kadar zor olduğu açıklık kazanır.

Keşke daha kolay bir yolu olsaydı…

Ama, yok.


Featured Review
Tag Cloud
Henüz etiket yok.
Kategoriler
bottom of page